Dünyanın hiçbir ülkesi 10 yıl gibi kısa bir süre içinde nüfusunun yüzde 10’u kadar bir mülteciyi kabul etmemiştir. Geçmiş bin yıllarda yaşanan büyük “kavimler göçü” dışında, tarihte de böyle bir durumun örneği yoktur. “Kavimler göçü” ise sonuç olarak ülkelerin nüfus yapısını değiştirmiş, devletler yıkılmış, yeni devletler doğmuştur.
Günümüzde nüfusunun yüzde 10’u gibi yabancı barındıran bazı ülkeler vardır. Ama bu ülkelerde söz konusu yabancı göçü, 60 – 70 yıl gibi bir zaman içinde, yavaş yavaş kontrollü bir şekilde ve söz konusu ülkenin işgücü ihtiyacına uygun olarak gerçekleşmiştir.
Önemli bir Türk nüfus barındıran Almanya’da, işgücü açığını kapatmak amacıyla Türkiye, Yunanistan ve İtalya’dan başlanarak 1950’lerden itibaren yabancı işçi alımına başlanmış ve 60 – 70 yılın sonunda nüfusun yüzde 10’una oluşan yabancıların, zaman içinde Alman toplumuna entegrasyonu sağlanmış ve uzun bir prosedürün uygulanması sonucunda dileyenlere vatandaşlık verilmiş ve böylece yabancıların Almanya için bir güvenlik sorunu olması önlenmiştir.
Türkiye’nin ise bırakalım işgücü açığını, tam tersine büyük bir işsizlik sorunu vardır. Gerçek işsizlik yüzde 25’ler civarındadır. Ekonomi, Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi içindedir. Ve Türkiye son 40 yıl içinde toplam olarak 100 bin insanının canına mal olan bölücü ve irticai terör olaylarından kaynaklanan güvenlik sorunlarıyla boğuşmaktadır. Bu koşullarda gerçekleşen mülteci akını, Türkiye’nin var olan sorunlarını daha da ağırlaştırmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
EMPERYALİST PLAN
Bu tablo durup dururken ortaya çıkmadı. ABD emperyalizminin tek kutuplu dünya hayalini gerçekleştirmek için 1990’ların başından bu yana uyguladığı savaş politikası, bölge ülkelerinin rejimlerini ve sınırlarını değiştirme yönündeki faaliyetleri, bu amaçla bölücü ve irticai terör örgütlerini desteklemesi bugünkü tabloyu yaratmıştır.
Yani, bugün Türkiye’nin sırtına yıkılmış olan büyük mülteci yükü, bazı insanların daha iyi bir yaşam arayışlarının ve Türkiye’nin ihtiyaçlarının sonucu değil, ABD’nin bölge ülkelerini ve Türkiye’yi istikrarsızlaştırma ve parçalama hedefine ulaşması amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Elbette ABD bu meşum faaliyetinde yalnız değildi. Bir zamanlar ABD’nin büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu göğsünü gere gere kameralar önünde, tespit edebildiğimiz kadarıyla tam 36 kez söyleyen, bu ülke ile bölge ülkelerinin rejimlerini ve sınırlarını değiştirmeyi de içeren 2 sayfa 14 maddelik gizli anlaşma imzaladığını itiraf eden iktidar sahipleri de bu tablonun sorumlularıdır.
KRİZİN ÇÖZÜMÜNDE SURİYE ANAHTARI
Türkiye’nin Suriye politikası, hiç şüphe yok öncelikle bir milli güvenlik sorunudur. AKP’nin ABD’nin peşine takılarak Suriye’nin iç işlerine karışmaya başladığı, dünyanın dört yanından ABD ve işbirlikçilerinin örgütleyip Suriye’ye gönderdiği onbinlerce şeriatçı teröriste ev sahipliği yapmaya başladığı, Davutoğlu’nun gene ABD adına Şam’a gidip Hükümet’te kimin yer almasını dikte etmeye çalıştığı günlerden beri böyledir.
Milli güvenlik sorunu, aradan geçen 11 yılın sonrasında bugün; PKK’nın ABD koruması altında Fırat’ın doğusunda kurmaya çalıştığı 2. İsrail oluşumu, İdlip’teki şeriatçı terörist yapılanmaların varlığı, AKP Hükümeti’nin, ödenen bütün acı bedellerden sonra bile hala Suriye’nin belli bölgelerinde Türkiye’nin parası, Mehmetçiğin kanı ile kurmaya çalıştığı ihvancı devletçik hayaliyle ve küçümsenmeyecek bir kısmı Suriye’deki terör faaliyetinde rol üstlenmiş Türkiye’deki altı milyon Suriyeli mülteci ile devam ediyor.
İhvancı devletçik hayali olmayan bir iktidar, Dışişleri Bakanını; Suriye’nin “Meclis Başkanı” ve “Hükümet Başkanı” dediği İhvanı Müslim’inin önde gelenleriyle aynı fotoğraf karesi içinde basına servis etmez!
İHVANCI POLİTİKANIN EKONOMİK BOYUTU
İzlenen politikanın bir de ekonomik boyutu vardır. Suriye politikası, yaşanan ağır ekonomik krizin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı ve öyle görünüyor ki oynamaya devam edecek.
AKP iktidarı, kendisinin zaman zaman verdiği rakamlarla ifade edecek olursak, bugüne kadar yaklaşık 100 milyar dolarını Suriyeli mülteciler için harcamıştır.
Bu rakamlara, Türkiye’nin şu anda Suriye’de kontrol ettiği alanlarda yaptığı harcamalar (akla gelebilecek bütün kamu hizmetleri –eğitim, sağlık, konut, yol ve diğer alt yapı hizmetleri, kamu görevlilerinin maaşları vb) dahil değildir.
Bu rakamlara, kontrol edilen bölgelerde zorunlu olarak yapılan askeri harcamalar ve şimdi Suriye Milli Ordusu etiketini kullanan ÖSO’cular için yapılan harcamalar da dahil değildir.
İşte bu mali yük, Türkiye’nin yaşadığı krizi daha da derinleştiren bir rol oynamaktadır.
SORUNU ÇÖZMENİN SONUÇLARI
Oysa Türkiye, vakit geçirmeden Şam ile el sıkışarak ekonomik kriz ile mücadelesinde çok büyük bir avantaj elde edebilir. Bu avantajları şöyle sıralayabiliriz.
- Şam ile el sıkışmak, herşeyden önce bugün Türkiye’de toplam sayısı 8 milyona
ulaşmış olan mültecilerin önemli bir kısmının güvenlik içinde ülkelerine dönmesi demektir. Çünkü böyle bir adım, sadece Suriye’deki sorunun çözümüne hizmet etmeyecek, bütün Batı Asya’da barışın tesis edilmesine büyük katkıda bulunacaktır. Bu da Libya’dan Afganistan’a kadar olan coğrafyada yaşanan göçmen hareketliliğinin tersine dönmesi anlamına gelecektir. Böylece, Türkiye’nin milyarlarca doları, ülke ekonomisinin hizmetine sunulabilecektir.
- Şam ile el sıkışmak, hemen arkasından Türk Ordusu’nun Suriye Ordusu ile birlikte
Fırat’ın doğusundaki PKK varlığına karşı ortak operasyon yaparak ABD’nin buradaki 2. İsrail hayalini bitirmesi demektir. Fırat’ın doğusunda devlet olma hayali biten PKK’nın önünde, silahlarını temelli olarak bırakmak dışında bir seçenek kalmayacaktır. Çünkü özellikle 2015 yılından bu yana Türkiye’de askeri olarak yaşanan gelişmeler, bu örgütün dağda elde silah ile en ufak bir şansının kalmadığını gösterdi. PKK’nın bir silahlı örgüt olarak varlığını devam ettirmesindeki biricik motivasyon, Fırat’ın doğusunda devlet olma hayalidir. Bu hayalin bittiği gün PKK silah bırakacaktır.
Böyle bir gelişme, Türkiye’nin bölücü terörle mücadeleye ayırmak zorunda kaldığı milyarlarca Tl’lik kaynağını halkın refahı için harcayabilmesi demektir.
- Şam ile el sıkışmak, Batı Asya pazarının ardına kadar Türkiye ekonomisine
açılması anlamına gelecektir. Suriye, Irak, İran, Lübnan, Ürdün başta olmak üzere bütün Batı Asya toplam olarak 300 milyonluk bir pazardır ve Türkiye yetişmiş insan gücü ve ekonomik potansiyeli ile böyle bir pazarın varlığından en fazla yararlanacak olan ülkedir.
- Şam ile el sıkışmak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de; Libya’nın yanısıra Suriye ve
Lübnan gibi ve giderek Mısır’ı da yanına alarak elini güçlendirmesi demektir. Doğu Akdeniz ülkelerinin birliği, İsrail’in ve Yunanistan’ın yalnız bırakılması anlamına gelecek ve bu da Türkiye’nin “Mavi Vatan”ındaki haklarına sahip çıkmasının önündeki engelleri kaldıracaktır. Hiç şüphesiz bu gelişmenin ekonomik sonuçları da olacaktır.
- Şam ile el sıkışmak ve bunun sonucunda mültecilerin ülkelerine dönecek olmaları;
artık iç güvenlik açısından bir saatli bombaya dönüşmüş olan mülteci sorununun köklü çözüme kavuşması anlamına gelecektir.
İç barışı olmayan bir ülkede düzgün işleyen bir ekonomi de olamaz. İç güvenliği sağlamak için bugünden harcanan milyarlar, olumsuz gelişmenin daha da derinleşmesi durumunda 10 milyarlar ve hatta 100 milyarlarla ifade edilmeye başlanır. Onun için mülteci sorunu, sadece sizin onların ekonomik ihtiyaçlarını karşılamanız sorunundan ibaret değildir. Çözülmemesi durumunda, ekonominin çarklarının sağlıklı olarak dönmeye devam etmesi de sabote edilmiş olacak ve bu da ekonomik krizin daha da derinleşmesi anlamına gelecektir.
İşte bütün bunlardan dolayı, Şam ile el sıkışmak, Türkiye’nin en önemli milli güvenlik sorununu çözmenin ötesinde, ekonomik krizle mücadelesinde de alınabilecek en etkili tedbir olacaktır.